Müge Çevik ile Kadın Erkek İlişkilerine ve Aileye Dair Söyleşi
“Aşırı Sevmenin ve Kollamanın Altında Acayip Korkular Var”
Aşırı sevmenin ve kollamanın altında acayip korkular var aslında. Çünkü sevgi dediğimiz şey, yani gerçek sevgi çok korkusuz bir duygudur. Ama biz korkuyla motive olduğumuz için kaybetmemek adına kontrol ediyoruz. O kontrolün gerisinde korkular var ve biz bunu sevgi kisvesinde yapıyoruz. Böyle bir kılıf uydurmuşuz ve buna kendimiz de inanmışız.
Çocuklarına karşı kendilerini yetersiz hisseden, daha fazlasını yapabilmek için çırpınan anneler geldi aklıma. Bu yetersizlik hissinin, aşırı ilginin altında nasıl bir korku olabilir?
Bu en çok ebeveyn çocuk ilişkisinde kendini gösteriyor ama yetişkin ilişkilere evliliklere hatta ve hatta şirketlerdeki ilişkilere bakarsanız bunun onlarca farklı senaryosunu ve çok benzer örneğini görebilirsiniz.
Bu korkulu sevgi, aynı zamanda muş gibi davranmaya sebep oluyor.
Hem de hiç fark etmeden.
Yetersizlik hissinin içinde elbette bir korku var ama anneler, daha fazla bir şeyler yapabilsem ihtiyacıyla çocukları ne kadar elsiz kolsuz büyüttüklerini fark etmiyorlar. İkincisi o yetersizlik hissini çocuğun elini kolunu bağlayarak nasıl aşıladıklarını fark etmiyorlar.
Annenin korkusu otomatik olarak çocuğa geçiyor değil mi?
İşte alın size bir bagaj. Kopyalayacağı ilişki modeli: “ben beceriksizim, sen benim elim kolum ol ve hiçbir zaman yetişkin model değilim” oluyor. Ebeveyn -çocuk ilişkisi “Ben yapamıyorum, sen benim adıma yap, benim sana verecek bir şeyim yok, sen bana ver” şeklinde yaşanıyor.
Bu ilişki yaşayanlar için çok büyük bir yük değil mi?
Yük tabii, etrafınızdaki evliliklere bakın, çoğu hala çocuk olan yetişkin görünümlüler. Bu nedenle evlilikler yürümüyor. Herkes kendisine bir anne ve baba arıyor. Erkekler bir anne, kadınlar bir baba arıyor.
“Ağrı kesiciler olmadan yaşamayı bilmiyoruz oysa o ağrı bize bir şey söylüyor.”
Hepimiz acı çekiyoruz. Çünkü kendimizi de karşımızdaki kişiyi de tanımıyoruz.
Neden acı çektiğimizi de bilmiyoruz. Acı çekiyoruz ama debeleniyoruz. Patinaj halindeyiz, gerçekten acısa büyürüz, acımasına izin vermiyoruz. Hep pansuman, hep uyuşturucu hep ağrı kesici. Ağrı kesicisiz yaşamayı bilmiyoruz oysaki o ağrı bir şey söylüyor. Bir acısa büyüyeceğiz, acımasına izin vermiyoruz.
O acının ve korkunun içinden geçmek gerekiyor o zaman?
Evet, doğru sözcük bu. O acının ve korkunun içinde kalarak onun tükenmesine, bizi büyütmesine, pişirmesine ve demlemeye izin vermemiz gerekiyor.
Sevgiye ihtiyacımız var ama ihtiyacımız yokmuş gibi davranıyoruz, sevgi sunumu, paylaşımı yüzeyde benim için önemli değilsin görüntüsünde oysa için için ve korka korka seviyoruz. Ödümüz patlıyor, sevgimizi söylemekten. Hatta sosyal medyada çok paylaşılan komik bir söz geldi aklıma;
Telaffuzu Zor Kelimeler
distribütör
halüsinasyon
röpteşambır
özür dilerim
seni seviyorum
Sevgi ve özür kelimelerini neden telaffuz edemiyoruz?
Evet, gördüm onu. Şimdi, kendisini sevmeyen başkasını sevemez mi dediniz ya, onun bir de ters, yönü var. Kendini sevip başkasını sevmemek mümkün değil. Özde insanlar kendilerini sevseler, insan olmayı severler ve insan olmanın özde hataya ve zafiyete açık bir alan olduğunu kabul ederler. İşte o zaman tolerans başlar. Bunu kabul edemediğimiz için çıkıyor bu kıyamet. Buradan kopuyor hikayeler. Karşımızdakinin de insan olduğunu ve hata yapabilir olduğunu kabul etmediğimiz için yaptığını bize yapıyor sanıyor ve kişiselleştiriyoruz: Bunu bana nasıl yapar?
Aslında bu onun ihtiyacı…
Aynen öyle, aslında bana yapmıyor, yapabildiği bu ve bunu yapıyor.
Benzer olmayanları bulduğumuzda korkudan aklımız çıkıyor.
Bu düşünce hem rahatlatan bir şey hem de kendi yaptığımı görmemi sağlayan bir şey…
İş yerlerinde ve özellikle kurumsal seminerlerde diyorum ki, keşke profesyonel çalışırken bu felsefeyi biliyor olsaydın. İnsanlar ne yaparsa yapsın her davranışın gerisinde bir ihtiyaç vardır ve o kişinin davranışı sadece onun ihtiyacıyla alakalı bir davranıştır. O an salon seviniyor, kendileri aklanıyorlar. Ama diyorum madalyonun çok sevimsiz bir öbür tarafı var; siz de ne yaparsanız yapın kendi ihtiyacınızı yapıyorsunuz. Bu dengeyi kuramıyoruz. Ben bunu şöyle yorumluyorum, dedik ya ilişkiler ben ve ben olmayan arasındaki ilişki ve burada büyüyoruz. Tüm senaryo burada dönüyor, film seti burası. O arada ‘ben olmak’ o kadar zarar görebilir hale geliyor ki, orası zarar görmesin diye biz hırçınlaşmayı öğreniyoruz. Çok fazla savunur hale geldiğimiz için hep arkamız kaleye dönük ve dışarıyla boğuştuğumuz için arkada ne saklıyorduk hep onu unutuyoruz. Çünkü sürekli bir gardımızı alma ve acaba bana çakacak mı? durumunda olduğumuz için, içerideki her şeyi unutuyoruz. Bir müddet sonra da içeride saklayacağımız hiçbir şey kalmıyor.
Bütün enerjimizi savunmada kalmaya ve her şeyi tehdit algılayıp gelene gidene çakmaya verdiğimiz için anlamsız zırhlar, içi boş ve içine çökebilir esnekliği olmayan ceviz kabukları yaratıyoruz. Dolayısıyla ilk darbede kırılıyor ve bir daha asla yerine gelmiyor, işin kötü yanı içi de boş.
Keşke benzerlerimizi bulabilsek…
Aslında hep benzerlerimizi buluyoruz. Benzer olmayanları bulduğumuzda korkudan aklımız çıkıyor. Çünkü hiç tanımadığımız ve bilmediğimiz bir alan ve onlar hep sınırlarda yaşadığımız için çatışmayı ben bunu şöyle anlatıyorum; bir ülke için tehdit neresidir toprak olarak sınırlarıdır. Sınırı nerede çizersiniz çatışma çıkacak alan orasıdır. İnsanlar için çizdiğiniz her sınır çatışmaya açık alan yaratmak demektir. Bu sınır dediğimiz şey, kendimi nasıl tanımladığım. Eğer ben kendimi kadın olarak tanımlarsam, kadın olmayan her şeyle çatışmaya açık hale gelirim. Ben kendimi çok dürüst olarak tanımlarsam hayat boyu dürüst olmayan her şeyle çatışmaya açık hale gelirim. Yani bir ben yarattığım an karşıma bir ben olmayan çıkar ki, bu iki arasında bir gerilim vardır. Biz gidip benim gibi olanı bularak bunu pek görmeyerek daha yumuşak yaşayacağımızı sanırız ama fark etmez bu da aslında beni bana aynalar çünkü görmüyorum zaten. Zaten farkında değilim ki kendimin, bir farkında olsam zaten büyüyeceğim. Duyguyu tanımlamak gibi zaten kendimi doğru tanımlayabilsem ben onu aşacağım.
Her şey bende yani…
Maalesef, iyi haber mi, kötü haber mi bilmiyorum ama durum böyle.
Eğer kendimizi geliştirmek için bu farkındalık gerekiyorsa çok iyi haber…
Evet ben genelde şöyle söylüyorum; kötü haber hiçbir sevdiğinizi değiştiremezsiniz, iyi haber bütün algıyı değiştirebilirsiniz ve bu sadece size bağlı. Geçmişi asla değiştiremezsiniz ama bundan sonrasını değiştirebilirsiniz ve bu sadece size bağlı.
Boşanmış bir anne baba olmamak için, iki ayrı yatak odasında yaşayan ve çocuğa aynı evin içinde yabancı olarak yaşamayı öğreten pek çok anne baba var.
“Çocuklar 0-6 yaşına kadar özleriyle hareket ediyorlar ve bilinçaltı 6 yaş sonrasında artık kayıt yapmaya başlıyor” bilgisi hakkında ne dersiniz? Biz bu kayıtlarla mı yaşıyoruz? Bizlerden ne görürlerse onu kopyalayan bu taze bilinçleri nasıl koruyabiliriz. Sizin anlattıklarınızdan, önce anne ve babanın bilinçli olması sonucu çıkıyor ancak hem ebeveynlerin çocukluk kayıtlarını anlamaları hem de çocuklarını yetiştirirken onlara kılavuz olabilmesi için bu konuyla ilgili de bilgi verebilir misiniz?
Ben bunu gelişim psikolojisi ve anne baba olmak ne demek boyutunda cevap vereyim isterseniz…
Artık, 06 yaş demiyoruz anne karnı diyoruz çünkü bilim artık sekiz haftadan itibaren embriyonun bir hafızası olduğunu ve annenin duygusunu emdiğini kabul etti. Çocuğun doğduğu ailenin hikayesi, teması, doğduğu dönemdeki konjektör, maddi manevi karı koca arasındaki ilişki, evdeki büyükler, kuzenler, kalabalık, yaşadıkları şehir, mahalle, o mahallenin duygusu, bu çocuğun hayatı algılaması için bir zemin yaratmaya başlıyor. Sıfır yedi yaş şu ya da bu şekilde hem duygusal hem de zihinsel olarak çocuğun hayatı görme gözlüğünün artık yavaş yavaş şekillendiği bir dönem. Daha sonra çocuk zihinsel boyuta gidip anlamlandırmaya başlıyor. Bugün yaşadığımız her şey orada öğrendiğimiz ilişki modelinin tutunma modelinin tekrarı olduğu için çocuğumuza ne öğrettiğimiz onun yetişkin dünyasında nasıl ilişkiler peşinde koşacağını bize söylüyor. Ancak buradaki hikaye şu; hiçbir zaman anne baba çocuğuna ne öğrettiğini bilmiyor. Hemen örnek vereyim, boşanmış bir anne baba olmamak için iki ayrı yatak odasında yaşayan ve çocuğa aynı evin içinde yabancı olarak yaşamayı öğreten pek çok anne baba var. Çocuklara huzuru sığlık karşılığında elde etmeyi öğretiyorlar. Kendi korkularını çocuklara delege etmeyi öğretiyorlar. Kendi cesaretsizliklerini ve tembelliklerini kendi ihtiyaçlarıyla temas etmemeyi öğretiyorlar.
Kadın erkeğe “veremiyorsun, yapamıyorsun” dedikçe erkeği kaçırdığını bilmiyor.
İlişkisi Var adlı kitabınızda kadın ve erkek doğal ve doğallık ile ilgili yazdığınız bir yazıyı sosyal medyada paylaştım ve oldukça tartışıldı. Bu yazıyı en çok beğenenler ise erkekler oldu. Gelişmek rol değişimlerine mi neden oldu?
Kadın ne zaman çalışmaya başladı
Kalbi ile aklı yumuşatmayı
Yaptığına ruh katmakla yükümlü olduğunu unuttu
Kadın ne zaman ki paraya dokundu
Erkeğe farklı dokunmaya başladı.
Kadın ne zaman ki kadınlığının gücünden, yapay güçleri yüzünden uzaklaştı
Erkek de kadından uzaklaştı ve bir miktar da kadınlaştı
İşte o zaman dengeler şaştı.
Çünkü kadın ve erkek doğaldan ve doğadan uzaklaştı.
Bu dünyada yaşam enerjisinin birkaç tezahürü var. Babadan aldığımız yaşam enerjisinin kadın ya da erkek fark etmiyor. Yaşam enerjisini alırsak çocuk sahibi oluyoruz ve birilerine yaşam veriyoruz. İkincisi para, para bir yaşam enerjisi. Maddiyat somut bir erk çünkü. Üçüncüsü de erk dediğimiz cinsel tezahürü de olan aslında erk derken eril enerjiden bahsettiğim bir alan, bu üçü ayrı şey.
Kadın ve erkek olmanın getirdiği doğası gereği hepimizin kumaşında olması gereken özellikler vardır bunu anlamak için de bugünkü dünyaya değil eril ve dişil enerjilerin ilk ortaya çıktığı doğa ya da ilkel döneme bakmak gerekir. İlkel dönemde kadın mağarada, erkek ise avdaydı. Erkek, güvenlikten sorumlu; gidip avlayan koşan getiren, doyuran veren taraf. Kadın ise, bekleyen, kapsayan, şefkat veren, karşılığında güvenlik, beğeni ve sevgi alan taraf. Kadın, cinsel sembol ve bunu hiç ucuzlatarak söylemiyorum tam tersi kıymet vererek söylüyorum çünkü kadın kıymetli, bugünkü gibi ucuz değil. Bunu almak için romantizm sunan ve takla atan taraf eril enerji. Bugün roller değişti. Kadın ne zaman ki paraya dokundu, kadın ne zaman ki dişil enerjisini dişil güçlerini, (dişil güçten kastım kırılabilirlik, incinebilirlik, yapamıyorum, bilmiyorum, ihtiyacım var gibi duygular ) bıraktı …
Şunu sen taşır mısın? demedi, kendi taşıdı.
Ya da “Ben yapamıyorum, sen yapar mısın?” demeyi bıraktı.
Ne zaman ki biz bundan vazgeçtik, bunun bir dişil güç olduğunu; “yapamıyorum” dediğimizde bunu yapabilecek onlarca erkeğin kapımızda olduğunu unuttuk ve paraya dokunduk, erkeğe de böyle dokunduk. Erki aldığımızı sandık. Eril enerjiye başka bir eril güçle dokunmaya başladık ve eril güç bunu rekabet olarak algıladı.
Erkek artık erkini hissedecek alan bulamıyor.
Çünkü kendini daha fazla erkek hissetmemeye başladı. Dolayısıyla güçlü kadınlar ve onları taşıyamayan erkekler sözleri bir palavra, yok böyle bir dünya. Yalnız, mutsuz ve kıymeti bilinmemiş kadının kendini teselli etme şekli bu. Beni taşıyamıyorlar deniyor, taşımak değil bu, erkek rekabete giriyor ve tüyüyor, bunu istemiyor. Çünkü mağaranın dışına kadınla çıkmak istemiyor. Erkek, erkek hissetmek istiyor.
Şimdi bugünkü ilişkilere baktığımızda, taleplere ve ihtiyaçlara baktığımızda da hep maddiyat var. Hatta evlilik programlarında da bunu net görebiliyoruz ve programlar da bunun altını çiziyor. Kadın da sadece maddi güç istiyor erkekten, daha fazla para ve güç istiyor gibi görünüyor…
Kadın yanlış istiyor. Kadın erkeğe; “veremiyorsun, yapamıyorsun” dedikçe erkeği kaçırdığını bilmiyor. Sen bunu zaten yaparsın dese, erkeğin en uzağa avlanmaya gideceğini bilmiyor. Kadın; “sen yapamıyorsan bir kenara çekil, ben avlayayım geleyim” dediği için erkek de “buyur o zaman” diyor.
Erkek artık erkini hissedecek alan bulamıyor. Kadın ve erkeği bir kabın içinde düşünün bu kabın içinde ne olması lazım, bazen bir tarafın büyüyüp bir tarafın küçülmesi bazen de bir tarafın küçülüp diğer tarafın büyümesi lazım. Bazen erkeğin sevgiye ve şefkate ihtiyacı olur küçülür ve kadın ona bu şefkati sunar, bazen kadın küçülür erkek ona onun tezahürü neyse güvenlik olabilir, sahiplenme olabilir, o ihtiyacı sunar. Biz sanıyoruz ki erkek sahiplenilmek istiyor, hayır erkek sahiplenmek istiyor. Erkeğin sahiplenilmeye ihtiyacı yok sahiplenilmeye ihtiyacı olan kadın. Kadın bunun karşılığında güvenmek istiyor.
Aslında gelişmek, doğala doğaya bırakmak demek o zaman…
Gelişmek öze samimi olmak demek.
Martı Dergisi Röportajı